Başlangıç – Inception

Uyarı: Filmi izlemediyseniz okumayınız :)

– Geri gel ve yine genç adamlar olalım.
Dom Cobb

Burada, bu yaşlı yüzün kıvrımlarında bütün dünya ezberlenmiş gibidir, yeni bir şarkı duymayacak, bilmediği bir söz işitmeyecektir. Oysa bu aldatıcı görünüşün ardında doymak bilmez bir merak yatar: Başka bir yaşam var mı? Bu yıkık yerden öte, başka bir dünya var mı?

Kendine hiç durmadan bunları soran Saito, uzun zaman önce bir rüyada kaybolmuştu. Kim olduğunu, orada ne aradığını unuttu ve gittikçe yavaşlayan bir zamanın tutsağı oldu, kendi deyimiyle “pişmanlıklar içinde yaşlı bir adam” oldu çıktı. Ve yıllar sonra bir gün, hayal meyal hatırladığı bir dost yardımına koştu. Hatırlatmak için, ona “Geri gel” demek için.

– Bu korktuğun ölüm dahi senden daha genç, daha diridir. Yeni şeylere gebedir.

Cobb bunları söylemedi elbette. Yalnızca “geri gel” demekle yetindi: “Geri gel ve yine genç adamlar olalım” Saito kalanını onun gözlerinden, yaralı yüzünden okudu. Genç olmayı hatırladı birden, kalbi cesaretle doldu, hatta oracıkta ölmeyi göze aldı. Ve anladı ki bugün burada ölmeyi göze almak, bir rüyaya ölmeyi göze almak, gerçek yaşama gözlerini açmanın tek yoludur.

Birlikte uyandılar, genç adamlar olarak. Inception böyle başladı ve böyle bitti. Fikir hırsızlığından ve rüya çeteciliğinden bahsetmeyeceğim, zaten aslında Christopher Nolan da bunlardan bahsetmiyor, ama uyanmak hakkında bir şarkı söylüyor bize. Ya da bir şarkıyla uyanmanın tadından bahsediyor diyebiliriz, bir şarkının rüyalar boyunca yankılanmasından bahsediyor. Ortada bir orkestra yokken duyduğum bu müzik neyin nesidir diye soranlar için “No hay banda” diyor bir kez daha. Orkestra yok. Kulak yok, başım, bedenim, bu ben sandığım yok. Yok, yok, yok. Bu yirmi bin yıllık bir fikir. Zihnimize “ekilen” yeni bir şey değil, bir hatırlatma sadece. “No hay banda” – Orkestra yok.

Rüya çetemizin uyandırma şarkısının Edith Piaf’ın ‘Non Je Ne Regrette Rien’i olması ve Dom Cobb’un kaybettiği aşkı Mal Cobb rolündeki Marion Cotillard’ın daha önce Edith Piaf’ı canlandırarak Oscar almış olması ne tatlı bir tesadüftü. Yaşam uzun bir düşse ve bir şarkıyla uyanacaksam hiç şüphe yok ben de bu şarkıyı seçerdim:

Hayır, hiç pişmanlığım yok
Ne iyiden ne kötüden, hepsi aynı.
Hayır, hiç pişmanlığım yok, hiç bir şeyden pişman değilim.
Ödendi, silindi ve unutuldular.
Geçmişimle ve anılarımla boğuşmuyorum
Eski acılarımı ve zevklerimi ateşe attım
Artık onları istemiyorum
Sevdiklerimi ve dertlerimi silip attım
Sıfırdan başlıyorum
Hayır, hiç pişmanlığım yok
Çünkü bugün, hayatım, mutluluğum, herşey
Seninle tekrar başlıyor!

“Bir rüyanın başını asla hatırlayamazsın” demişti Cobb. Bunu ben de defalarca denedim, rüyaların başlangıcı yoktur. Bir rüyanın sonundan başına gitmek, düş zamanında yol almak demektir. Düşe batıp çıkmak, kendini yitirip bulmak gibidir. Hayatta en sevdiğim şeylerden biri bir rüyayı hatırlamaya çalışmaktır, hele mutlu bir rüyaysa. Bütün yaşam yolculuğunun bir şeyleri hatırlamakla ilgili olduğunu da böyle anlamıştım. Siz ilk neyi hatırlıyorsunuz? Çoğu dört yaşından öncesine gidemez. Çok şanslılardansanız belki bir yaşına ait bir dakika; ama hepsi o kadar. Dedim ya, rüyaların başlangıcı yoktur.

Bir başka gönderme de Cobb’un kendine çırak tuttuğu ve rüya tasarlamayı öğrettiği Ariadne’nin adıydı. Yunan mitolojisinde Girit’in büyük tanrıçası, Labirent Sahibesi olan Ariadne, Daidalus’un yaptığı labirentten çıkabilmesi için Theseus’a bir ip vermiş, karşılığında da evlilik sözünü kapmış ama Theseus onu ilk fırsatta bırakıp gitmiş. Ah şu erkekler!

Labirent Sahibesi Ariadne bir labirent tasarlayarak Cobb’a kendini kanıtladı ve böylece eğitimi başlamış oldu. Biz de onlarla birlikte Cobb’un zihninin arka sokaklarında bir gezintiye çıktık. Ve tabi ki şuuraltı yansımalarıyla karşılaştık. Nolan burada Freud’a ve ardıllarına kısa bir selamı çok görmemiş derken o da ne? Mal gözünü kan bürümüş eli bıçaklı kıskanç bir kadına dönüşmüş, daha bu ilk rüyasında Ariadne’yi öldürüveriyor. Ah şu kadınlar!

Ve bir de kahramanlarımızın “totemleri” var. Herkesi ‘gerçekliğe’ bağlayan, kişiye özel bir eşya. Arthur’un zarı, Mal’ın topacı. Kimse totemine dokunulmasına izin vermiyor. Düşünmeden edemedim, İsa rüyalarda gezseydi onun totemi ne olurdu diye. Hiç şüphesiz bir haç olurdu, Pitagoras pergeliyle gelirdi ve evet Hermes elinde yaşam anahtarıyla gelirdi.

Bir gizemciden duyduğum eski bir hikaye var: İki arkadaş birlikte yürüyorlarmış. O gün de her gün olduğu gibi laf dönmüş dolaşmış gerçeklik kavramına gelmiş ve biri diğerine yine dünyanın gerçek olmadığını, illüzyonlardan ibaret olduğunu anlatmaya koyulmuş. Ötekiyse her gün dinlediği bu saçmalıklara artık dayanamayacağını anlamış ve yerden bir taş alıp olanca gücüyle arkadaşının kafasına vurmuş. Arkadaşı başından akan kanlarla ağlayıp sızlarken yakasına yapışmış ve “Ne oldu?” demiş, “Bütün bunlar hayalse ne diye ağlıyorsun?” Arkadaşı “Anlamıyorsun” demiş. “Ben sana dünya yok demedim, taş yok demedim, başımı yarsan da acımaz demedim, sadece gerçek değil dedim”

Kulağımda bir şarkı var, belli belirsiz, ara ara duyulan sonra kaybolan. Bir kadın fısıltısı gibi, dudakları kulağıma değmekle değmemek arasında. Bir müzik sesi var ama bu ses nereden geliyor? Orkestra yok.

Bu yazı 1695 defa okundu

Can Oğuz
Latest posts by Can Oğuz (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.