Birey, Kişilik ve Toplum

Yazıya bir öyküyle başlamak istiyorum; haftanın beş gününü fabrikada çalışarak geçiren baba, hafta sonu evinde ailesiyle beraber kitap veya gazete okuyarak evinde dinlenmek istiyor. Ancak, her gün annesiyle beraber evde kalan dört yaşındaki çocuk, bir gün de olsa evin dışında babasıyla beraber olabilmek için “baba beni sinemaya götür” şeklinde bir öneride bulunur. Gazetesini okurken böyle bir istek karşısında kalan baba, gazetedeki dünya resmini içeren sayfayı koparıp parçalıyor ve yere fırlatıyor. Oğluna “o resminin parçalarını birleştirerek tekrar dünyanın resmini oluşturabilirsen, ben de seni sinemaya götürürüm” şeklinde cevap verir. Baba, dört yaşındaki bir çocuğun parçalara ayrılmış bir dünyanın parçalarını nasıl olsa birleştiremez düşüncesiyle koltuğunda gazete okumaya devam eder. Birkaç dakika sonra oğlu babasına gazete parçaları birleştirerek dünyanın şeklini ortaya çıkardığını söyler. Hayretler içinde kalan baba oğluna bu işi nasıl becerebildiğini sorduğunda “baba o dünyanın ne olduğunu ben bilmiyorum, ancak o resmin arkasında insan resmi vardı, ben onu düzelttim. Demek ki insan düzeltilince dünya düzeliyormuş” şeklinde cevap verir.

Gerçekten insanlar düzeldiğinde toplumlar da düzelir mi? Peki insanlar nasıl düzelir? Her şeyden önce düzelme ne demektir? Düzelmek dürüstlük müdür? Dürüstlük doğruluk mudur? Doğruluk; Sokrates’in çok hoşlandığı “kendini bil kendini tanı” yoksa Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” tümcelerinde mi saklıdır? Bu tür soruları elbette çoğaltabiliriz. Şunu da sorabiliriz: Doğruluk, dürüstlük bir erdem midir? Bir erdem ise, böyle bir erdem eğitim ve öğretimle kazanılır mı? Ayrıca, erdemli olmak için, yalnız eğitim ve öğretim yeterli midir? Eğitim ve öğretimle birey olunur mu? Bu durumda da birey nedir? Bütün bu soruları cevaplayabilmek için, önce insanın ne olduğunu anlatmamız gerekir. Bundan önce, belki de Platon’unun gençlere öğretilmesini yasakladığı “her insanın bir bahtı vardır: Kimisinin bahtı ak, kimisinin ki kara. Bahtı ak olanın hayatında ne yaparsa yapsın bahtı kara, bahtı kara olanın da hayatında ne yaparsa yapsın hiçbir zaman bahtı ak olmaz” tümcesi ne kadar geçerlidir? Bütün bu soruları incelemek gereklidir. İnsan olmak özünü doğuştan beraberinde getiren insan, bilincini sonradan kazanır. Ne var ki, bilincin oluşumunda insan, birkaç dış faktörün etkisi altındadır. Dış faktörler fiziksel, sosyal ve psikolojik öğelerdir. Bir başka anlatımla bu faktörler; doğa, toplum ve ailedir. Fransız filozofu Lamartin’in “insanı doğa şekillendirir” sözü tümüyle doğru olmasa bile Doğanın insan üzerindeki etkisi inkâr edilemez. İnsanı dört taraftan kuşatan toplum; sosyal, felsefe, ekonomik, kültürel ve özellikle tarım toplumlarında, din açısından insanı çok etkiler. Öyle ki, her yönden insanı şekillendiren toplumdur. Bunun içindir ki, Platon “Devlet büyük bir insan, insan küçük bir toplumdur” şeklinde bir ifade kullanmaktadır.

Toplum içinde insana yakın olan ailesi, önemsediği değerleri, duyguları veya kendi dünya görüşünü çocuklarına aktararak onu etkileyecektir.

Bir çocuğun bilinci oluşum aşamasında, çocuk yukarıda anılan üç etkeni ön plana çıkartıp, kendi özünü ihmal eder veya ikinci plana atarsa o çocuğun kendisi olması (birey olması) mümkün değildir. Birey olabilmesi için, o çocuğun her şeyden önce kendisini tanıması (yetenek bakımından) gerekir. Kim olduğunu bilebilmesi için de özgür olması veya en azından özgür bir sosyal ortamda bulunması gerekir.

Bu üç etkenin olumsuz etkilerinden kurtulabilmesi için, çocuğu tamamıyla özgürleştirmek olası mıdır? Ne yazık ki hayır. İnsanın her konuda tamamıyla özgür olmaya çalışması kendisini varoluşcuların çıkmazına sürükler. Sosyal bir varlık olan insan toplum içinde yaşamaya zorunludur. Sonuçta insan toplumun etkisinde az da olsa kalır. Böyle bir ikilemde olan insan bu durumda, birey olması için ne yapmalıdır?

J.-J. Rousseau’nun önerdiği gibi çocuklara en yakın kişi olan annenin eğitilmiş olması sorunu temelinden çözemez, çünkü aile dışında, mahallede de çocuğu kuşatan bir toplum vardır. Bütün bu sorunların üstesinden gelebilmek için, önce yapılması gereken şey aile öyle bir şekilde eğitilmeli ki, kendi yuvasında büyüyen bir çocuğu hiçbir şekilde etkilemeyip, ona özgür bir ortam sağlayarak, ileriki yıllarda özellikle kendisiyle ilgili konularda kararı kendisi verebilecek şekilde yetiştirilmelidir. Toplumun da aynı şekilde düzenlemek gerekir.

Uzun zaman Amerikan üniversitelerinde psikolog olarak çalışan Doğan Cüceloğlu, ABD’nin eğitim felsefesi etkisiyle yazdığı “Savaşçı” adlı eserinde anlatmış olduğu gibi, her insanın iki savaşı vardır: Birincisi, belki de en önemlisi, insanın kendisi olabilmesi için, kendisine karşı verdiği savaş; kendisi olmak savaşı, kim olduğunu, ne gibi yeteneklere sahip olduğunu bilen insan bu büyük savaştan başarılı olarak çıkar. “Sayısız anketin ortaya koyduğu sonuçlara göre Amerikalılar bir insanın yaşamda başarılı olup olmamasının çok büyük oranda kendi yeteneklerine ve kişiliğine bağlı olduğuna inanıyor. Amerikan rüyasının bu temel öğesini eski başkan Clinton da mükemmel biçimde dile getirmiştir.

“Hepimizin öğrenerek büyüdüğü Amerika rüyası basit, ancak güçlü bir örnektir; eğer çok çalışır ve oyunu kuralıyla oynarsanız Tanrı vergisi yeteneklerininiz sizi götürebileceği yere kadar gitmenize şans tanımalıdır” . İkinci savaş ise; bir insanın kendisi olmasını engelleyen etkenler varsa bir toplumda, onların ortadan kalkması için verdiği sosyal savaştır. Bir başka anlatımla toplum, içinde barındırdığı her insanın ne ise o olmasına izin verecek şekilde düzenlenmesi için yapılan girişimlerdir.

Her birey bir insandır, ancak her insan bir birey olmadığından her birimiz bir birey olmak ve sağlıklı bir toplum oluşturmak istiyorsak hepimizin bu iki savaşı vermesi gerekir.

Toplumu ve insanı yakından ilgilendiren “kültür” kavramının ne olduğunu ortaya koymamız, yazımızın ana konusu olan “kimlik” sorununu çözmemizde yardım sağlayacaktır.

Fransızcada ekmek, biçmek anlamında kullanılan “cultiver” eyleminden türetilmiş olan “kültür” sözcüğünü ABD’de son yüz yıl içinde fazlasıyla önemsendiği ve tanımlarının ortaya konulduğu bilinmektedir. Yapılan birçok kültür tanımların arasında en belirleyici ve açıklayıcı olanı; “insanın beyniyle ve eliyle ürettiği” her şeyin kültür olduğu varsayımıdır. Aristoteles de bütün varlıkları; doğada kendiliğinden var olanlar ve insanların doğaya eklediği varlıklar şeklinde ikiye ayırdığı bilinmektedir ki bu ikinci varlık türü kültürü anlatmaktadır.

Somut ve soyut olarak ikiye ayrılan kültürün ikisinin de insan düşüncesinin eseri olduğundan bilinçleri oluşmaları esnasında her ikisinin çocukların üzerinde etkileri olduğu kesindir. Trafik akışının soldan düzenlendiği İngiltere’de çocukların bilinç yönünden bu düzenlemeden etkilenmeyeceği söylenemiyeçeği gibi, çocukların geleneksel İngiliz demokratik kültüründen etkilenmeyeceği de söylenemez. Tıpkı ülkemizde Güneydoğu’da töreler var olduğu müddetçe o yöredeki çocukların bundan etkilenmeyeceği de söylenemez. Kültürler hiçbir zaman değişmeyen ilahi kurallar değildir. Sosyo-ekonomik ve politik anlayışlar değiştikçe kültürler de değişir.

Amerikalıların güzel bir özdeyişleri vardır: “Düşünceni ek eylemini biç, eylemini ek alışkanlığını biç, alışkanlığını ek karakterini biç, karakterini ek kaderini biç.” Demek ki insanın kaderi kendi düşüncesine bağlıdır. Ayrıca, psikolojide bir ilke olarak kabul edilen “düşünce değişmedikçe insanın eyleminin değişmeyeceği” kuralıdır. Eylemi değiştirerek hiçbir zaman düşüncenin değişmeyeceği, tam tersine düşünceyi değiştirerek eylem değiştiğine göre insanın kaderi kendi düşüncesine bağlıdır. Toplumların ekonomik, sosyal ve politik yönden değiştiklerinde bu değişime paralel olarak kültürel değişmeler olur. Bu değişimin insan bilincini etkilemesi kaçınılmazdır. O halde eğitim ve öğretim aşamasındaki çocuklara öyle bir düşünce ekmeliyiz ki; eylemleri, alışkanlıkları, karakteri ve en sonunda kaderleri kendilerine bağlı olsun. Geleneksel toplumlardaki insanlarının özgürlüklerini ve sorumluluklarını engelleyen kültürel engeller, insanların birey olmalarını güçleştirir. Kaldı ki, bir toplumda sağlam bir demokrasinin gerçekleşebilmesi için, yalnız birey olmak da yetmiyor, onun üstünde insanlarının birçoğunun kişilik düzeyine çıkmaları gereklidir.

Kişilik birey olmaktan daha farklı bir şeydir. Birey toplum içinde kendisi olmayı amaçlarken, kişilik veya şahsiyet; hem kendisi olmak, hem de ait olduğu toplumu, hatta bir evreden sonra bütün insanlığı yüceltmek eğilimindedir. Birey için bireysellik önemli iken, kişilik aşamasına gelmiş olan biri için “ben” olmaktan daha çok “biz” olmak önemlidir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, toplumun gelişmişliğine bağlı olarak bir toplumda ne kadar birey varsa, o toplumda ondan çok daha az sayıda kişiliğine ulaşmış insan vardır.

Demokratik toplumların var olması ve gelişmesi o toplumda yetişen insanların birey olmasına bağlıdır. Doğal olarak demokratik toplumlarda birey olabilmiş insan sayısı çok olacağından demokrasi yönünden toplum gelişecektir, toplum geliştikçe de birey sayısı artacaktır. Toplumun demokratik gelişimiyle, o toplumda birey olmuş insan sayısı doğru orantılıdır.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Geleneksel, otoriter ve baskıcı toplumlardan demokratik toplumlara geçiş sancısız olabilir mi? İngiliz toplumu hariç, ne yazık ki hayır, bu dönüşüm hiçbir zaman kolay olmaz. Fransızlar krallık döneminden Cumhuriyete geçişlerinin faturasını uzun bir zaman içinde ağır bir şekilde ödediler ve halen bunu ödemektedirler. Bolşevikler, çok istedikleri halde, kendi sistemleriyle ülkelerinde birey sayısını çoğaltamadıkları içindir ki, 74 yıl sonra da olsa sistemleri çöktü ve sonuçları hüsran oldu.

Demokrasiyi bütün yönüyle gerçekleştirmiş toplumlarda, demokratik kazanımlarından insanlar vazgeçmeyecekleri, bir başka anlatımla birey olmuş insanların birey olmaktan vazgeçmeyecekleri için geriye dönüş imkânsızdır. Demokrasiyi gerçekleştirme aşamasında demokrasinin gereklerini yerine getirmemiş, yöneticileri gerçekte böyle bir niyeti olmamakla beraber sanki demokrasiyi ister gibi davranıp esasında kendi kişisel çıkarlarının peşinde koşan toplumların geriye dönüşleri toplumsal bir çözülme, sosyal bir kaostur.

Türkiye, Osmanlı saltanatından Cumhuriyete, oradan da demokrasiye geçişi zor da olsa gerçekleştirilme çabası içindedir.

ABD’de; geleneksel bir toplumdan ki böyle bir toplum hiçbir zaman olmadı, demokratik bir topluma geçiş değil, önemli olan ABD’nin kuruluştur.

Amerikalılar, kuruluşları aşamasında toplumun temellerini demokratik kurallar üzerine dayandırdıklarından hiçbir zaman toplumsal dönüşümün sancılarını yaşamadılar. Avrupalılar halen bilgi çağını yakalayamazken Amerikalılar 150 yıl içinde demokratik yönetimleri sayesinde tarım, sanayi toplumlarını ve kültürlerini gerçekleştirerek bilgi toplumunu ve kültürünü yarattılar. Ülkemiz, ne yazık, bu durumdan oldukça uzaktadır.

“Amerika’da ulus yaratmak Avrupa’dan farklıdır. Avrupa’da politik liderler önce devleti kurar ve ardından yönetmeye kalkıştıkları halktan bir ulus yaratmaya çalışırlar. Amerika’da ise tam tersine geniş bir alana yayılmış etkilerin liderliğiyle ortak deneyimler insanlar arasında ortak bir bilinç yarattı; uğrunda savaştıkları özgürlüğü kazanan bu insanlar ardından en küçük merkezi politik kurumları oluşturdu; 19.yüzyıl boyunca Avrupa’dan gelen ziyaretçilerin gözlemlerine göre gerçekte bu kurumlar Avrupa’daki anlamıyla bir devlet oluşturmuş oluyordu”.

Samuel P. Hungtinton’a göre Polonya halkının %84’ü yaşamlarında Tanrı’ya “büyük” önem verirlerken %70’i dinden “çok onur” duymaktadırlar. Türk halkı da bu konuda Polonya halkına yakın bir yerde durmaktadırlar. Türk halkının %84’ü yaşamlarında Tanrı’ya “büyük” önem vermektedir. Bunu doğrulayan resmi bir TV. Haberi: 2005 yılın, Temmuz ayında, resmi TV. Kanallarından birinde Van ilimizde elektrik abonmanlarından daha fazla para ödenmesi gerekirken aylık ancak 2 milyon TL. toplanıyormuş. İlin müftüsü; kaçak elektrik kullanılarak eve alınan suyla alınan abdest ve kılınan namazın makbul olmayacağını, buna benzer bir fetvanın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da verilmesi üzerine aylık para tutarı 5 milyon TL çıkmış.

Elbette din, özellikle tarım toplumlarında son derece önemlidir. Ancak sanayi, özellikle de bilgi toplumlarında dinden daha çok bilim önemlidir. Daha doğrusu gelişmiş toplumlarda din ile bilim karşı karşıya getirilmeyip, bu iki öğe gerçek yerlerine yerleştirilir, din daha çok vicdan sorunu olarak düşünülür. Tarım toplumlarında ise din ile bilim iç içe geçmiş olup, adeta bilim dinin düşmanı, din de bilimin düşmanı olarak ilan edilir.

Ülkemizin her bölgesinde sanayi kültürünün egemen olduğu söylenemez. Marmara ve Ege Bölgelerimizde sanayi kültürü kısmen mevcut iken, Kara- Deniz, İç Anadolu özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu tarım dönemini ve bu dönemin kültürünü yaşamakta olduğu da bir gerçektir. Bu bölgelerde yaşayan insanlar için din son derece önemlidir. Bir ailenin 45 çocuğu varsa “Tanrı öyle istediği için bu kadar çocuk olmuştur” düşüncesi onların temel inançlarıdır. Şıhların, şeyhlerin ve toprak ağaların çok olduğu yerlerde başka türlü bir inanç zaten olamazdı.

Kurtuluş Savaşı’nı vermiş, yönetim olarak cumhuriyeti kabul etmiş, üniversite reformunu yapmış, demokrasiye geçmiş, birçok ilköğretim, orta öğretim binalarını yapmış, bir sürü üniversiteler açmış olmasına karşın günümüzün Türkiye’sinde bilim ile dinin sınırları iyi çizilememiştir. Bir aydınımızın söylediği gibi; “halk için din bilim, aydınlar için ise bilim din gibidir”. Ülkemizde halk ve aydın dini din gibi, bilimi de bilim gibi algıladığında ülkemizin birçok ekonomik, sosyal ve kültürel sorunları çözülecektir. Ne var ki halkımızın ve aydınlarımızın bu durumundan nemalanan politikacılarımız, şıhlar, şeyhler ve toprak ağaları buna izin vermeyeceklerdir. Aydınların halka yaklaşması, onları bilimle tanıştırması, en azından onların yaşayışları, kültürleri ve ahlaki değerleri bilimsel yöntemlerle incelenmesi bu guruplar için, 1947 yıllarında DTCF olduğu gibi, her zaman sakıncalı olacaktır. Üstelik günümüzün aydınları bu konularda pek de istekli değillerdir. Batılı bir bilim insanının söylediği gibi; “Türkiye’de olduğu gibi, halkın arasından bu kadar çok aydın yetiştiren bir ülke göremezsiniz. Ancak, halkın arasından yetişip, halka sırtını dönen bu kadar çok aydınları başka ülkelerde de bulamazsınız.” Yukarıda saydığımız gruplara karşın Türk aydını Türk halkıyla buluşamadıkça ulusal kimliğimizin güçlenmesi imkânsız, belki de “Godot”yu beklemek gibidir.

Kimlik kavramını çözümlemeden önce, bu kavramla çok karıştırılan imge kavramını incelemek, kimliğin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

İleriki sayfalarda daha açık olarak incelenecek olan kimlik kavramı daha çok benlik sorunu iken, imge; birinin veya bir grubun başkaları tarafından algılanma şeklidir. İmgeleri sürekli aynı şekilde olup hiçbir zaman değişmemesi söz konusu değildir. Belge ve bilgiler artıkça zaman içinde imgelerin değişmesi zorunlu değildir, fakat mümkündür.

Tarihten örnek vermemiz gerekirse; Voltaire’in Büyük Katherina’ya yazdığı mektupla ortaya koyduğu Türk imgesiyle, Fransa’nın İçişleri Eski Bakanı Nicolas Sarkozy’nin kafasındaki Türk imgesi çok da değişmiş gibi görünmüyor.

Eserleriyle Batı’da Aydınlanma Döneminin felsefesini anlatan Immanuel Kant’ın “İkisi de büyük ölçüde Asyalı olan Rusya ve Avrupalı Türkiye, Frengistan’ın üstünde olduklarını sanırlar. Biri Slav öbürü Arap kökenli bu iki halk bir zamanlar başka hiçbir halkın başaramayacağı ölçüde Avrupa’nın büyük bir bölümünü egemenlikleri altına almış ve onlarda özgürlük ortamını yok etmişler ve bu nedenle de oralarda yaşayan insanların yurttaş olmalarını önlemişlerdir” veya aynı filozofun İran özdeyişiyle açıkladığı “Birisi bir kere Mekke’ye hacca gitmişse onunla birlikte olduğun evden taşın, iki kere gitmişse onun bulunduğu sokaktan taşın, üç kere gittiyse o şehirden taşın, hatta onun bulunduğu ülkeyi terk et” imgeleriyle günümüzde Alman Hıristiyan Birlik Parti Lideri Angelika Merkel’in Türk imgesinin çok farklı olduğunu söylemek mümkün mü?

Avrupa halklarına “Avrupa Cumhuriyeti” kavramının öneren ve Alman Kültür tarihinde iz bırakan düşünürlerden biri ola John Gottfried Herder (1744-!803), Biz Türkler için, Voltaire’den, Kant’tan farklı şeyler yazmamıştı; “Türkistanlı olan Türkler 300 yıldan fazla süredir Avrupa’da bulunmalarına karşın hala Avrupa’ya yabancıdırlar. Kendisine dünyaya yük olmaya başlayan bin yıllık Doğu İmparatorluğu’na son verdiler; bilmeden ve istemeden sanatları Batıya Avrupa’ya sürdüler. Yaptıkları saldırılar yoluyla Avrupalı Devletleri denetim altına aldılar ve yüzyıllar boyunca kahramanca korudular ve bulundukları yörede bir başka yabancı gücün salt egemenliğini önlediler.

Avrupa’nın en güzel ülkelerini çölleştirdiler, bir zamanların akıllı Yunan halkını sadakatsiz ve aşağılık barbarlar durumuna soktular. Bu yüzden yaptıkları kötülükler iyiliklerinden çok fazla oldu. Ne çok sanat yapıtı bu cahillerce yok edildi; birçoğu da bir daha yerine koyulmayacak biçimde bu cahiller yüzünden yok olup gitti.

İçinde yaşayan bütün Avrupalılar için kocaman bir zindan olan Türk İmparatorluğu zamanı gelince çökecektir. Binlerce yıldan beri hala Asyalı barbarlar olmak isteyen bu yabacıların Avrupa’da ne işi var” İmgelerin zaman içinde değiştiğini gösteren kanıt; Karl Marks, 01 Temmuz 1853 tarihinde bir Londra gazetesi olan New-York Daily Trinumeude gazetesinde, okuyucu açısından ilginç olacağını düşüncesiyle, Londra’da yaşayan Ermeni prensi Lew’in Türkiye’deki Ermenilere yönelik ve Doğu sorunuyla ilgili bir çağrısına yer verir; “Sevgili kardeşlerim, değerli hemşerilerim, istencimiz ve sıcak dileğimiz, ülkenizi ve Sultanı kanınızın son damlasına değin Kuzeyin zalimine karşı savunmanızdır. Kardeşlerim, Türkiye’de zulüm olmadığını Türklerin burunlarınızın diplerini parçalamadıklarını aklınızdan çıkarmayın! Sultanın egemenliği altında insanlık vardır. Kuzeyin zaliminin egemenliği altında ise canavarca bir kıyıcılık vardır. Bundan dolayı, kendinizi Tanrının yönetimine emanet edin; ülkenizin özgürlüğü şimdiki egemenliğiniz için yiğitçe savaşın. Barikatlar kurmak için evlerinizi yıkın! Silahlarınız yoksa ev eşyalarınızı silahlara dönüştürün ve kendinizi savunun!Tanrı size utku yolunu göstersin! Ülkenizi ve inançlarınızı baskı altına alanlara karşı, sizlerle birlikte savaşmak benim için en büyük mutluluk olacaktır. Benim çağrımı onaylamak için, Tanrı Sultanın yüreğini yumuşatsın, çünkü Sultanın egemenliği altında dinimizin temizliği korunacaktır. Buna karşın, dinimizin temizliği ve arlığı, Kuzeyin zaliminin egemenliği altında değişecektir”.

Ermeni prensi Lew’in Türk imgesiyle günümüzdeki Ermenilerin Türk imgelerinin aynı olmadığını, tam tersine olumsuz bir şekilde değiştiğini biliyoruz. Aynı şekilde sosyal kimlikler de değişebilir.

Kimlik nedir? Kimlik kavramının “belirsiz bir o kadar da kaçınılamaz çeşitlidir” düşüncesiyle tanımlanması zordur. Fakat, Samuel P. Huntington’nun yazdığı gibi: “kimlik günah gibidir, ne kadar karşı koyarsak koyalım ondan kaçamayız”.

Kimlik bir bireyin ya da bir grubun benlik duygusu… Kendini bilmenin ürünü… Ben ya da biz, bir varlık olarak, beni senden, bizi onlardan ayıran belirgin özelliklere sahibiz… Bilinci “bir oyuncunun sahip olup yansıttığı ve onun için önem taşıyan diğer insanlarla yaşadığı ilişkilerde oluşturduğu (ve zaman içinde değiştirdiği)kendine özgüllük ve ayırt edilebilirlik (benlik) imajları anlamına geliyor.”

Kimlik; kişisel kimlik (ben kimim?), psikososyal kimlik (biz kimiz?), ulusal-kültürel kimlik (bizler hangi kültüre ya da ulusa aidiz?) şeklinde sınıflanabildiği gibi, temel/doğal kimlikler (aile, aşiret, soy ve din esaslarından kaynaklanan) ve sonradan yaratılmış sosyo-politik kimlikler (millet, sosyal sınıf, vatandaşlık gibi) sınıflandırılabilir.

Samuel Huntington “Biz Kimiz” adlı eserinde kimliğinin kaynaklarının sonsuz sayıda olabileceğini belirtikten sonra yine de kaynakları altı gurup altında toplamaya çaba göstermektedir:

1. Atfedilen, yüklenilen; örneğin yaş, soy, cinsiyet, aile (an bağları), etnik köken (ailenim daha geniş biçimi olarak) ve ırk,

2. Kültürel; klan, kabil, etnik köken (yaşam biçimi olarak), dil, uyruk, din, uygarlık,

3. .Bölgesel; çevre, köy, kasaba, kent, il devlet, bölge, ülke, coğrafi konum, kıta, yarımküre,

4. Politik; hizip, komite, lider, çıkar gurubu. Hareket, hedef, parti, ideoloji, devlet, sektör, işçi, sendika, sınıf,

5. Sosyal arkadaşlar; kulüp, takım, meslektaşlar, etkinlik gurubu, statü,

6. .Ekonomik; iş, pozisyon, meslek, çalışma gurubu, işveren, endüstri, ekonomik sektör, işçi sendikası, sınıf.

Yukarıda altı grupta sayılan 48 kimlik kaynakları arasından Samuel P. Huntington “ulus” kimliğine yer vermediğini aynı kitabın 30. sayfasında itiraf etmektedir. Gerekçe olarak da; “…ulusal kimliğin zaman zaman Batı’da en yukarıda tutulan kimlik türü olmasına karşın aynı zamanda yoğunluğu diğer kaynaklara bağlı; türetilmiş bir kimlik olmasıdır. Ulusal kimlik her zaman olmasa da çoğunlukla bölgesel bir öğe içerir; ayrıca bir ya da daha çok sayıda atfedilen (ırk, etnik, köken), kültürel (din, dil), politik (devlet, ideoloji) ve bazen de ekonomik (tasarım) ya da sosyal (iletişim ağları) öğeleri kapsamına alabilir.” Düşüncesini göstermektedir. Oysaki “ulus” kavramı bunları kapsadığı gibi daha fazla öğeler de içermektedir. Din’in dışında temel kimlikler değiştirilemez. Büyük babamı, annemi, babamı değiştiremediğim gibi soyumu da değiştiremem. Sosyo-politik kimliklerin değişmesi ise kişinin veya gurubun isteğine bağlıdır. Türk vatandaşlığından, şartlarını yerine getirebilirsem Fransız vatandaşlığına geçebilirim veya her iki vatandaşlığımı alıp koruyabilirim. İslam dininden vazgeçip Hıristiyanlık dinine geçebilirim. Ancak, hem Hıristiyan hem de Müslüman olamam. Almanya’da 1913 yılında kabul edilen yasaya göre, Alman kökeninden olan herkes Alman yurttaşlığını alabilir. Sovyetlerin dağılmasından sonra Doğu Almanların tümü Alman yurttaşlığına sorunsuz olarak kabul edildiği gibi Alman kökeninden gelen herkes, ispat edebildiği takdirde, Alman dilini konuşuyor olması bile bu yasaya göre Alman yurttaşı olabiliyordu. Ancak öncelikle, üçüncü kuşak Türk çocukları çok iyi Almanca konuşuyor olmasına karşın 1999 yılına kadar Alman yurttaşlığına geçmede bir hayli sıkıntı çektiler.

Kültürel kimliğe önem veren Fransızlar yabancı anne-babadan da olsa Fransa’da doğan herkesi Fransız yurttaşlığına kabul ediyorlardı. Ancak Fransa’nın Kuzey Afrika’daki eski sömürge ülkelerinden Müslümanların Fransız vatandaşlığına geçmelerinden kaygı duyan Fransa yurttaşlık konusunda 1993 yılında bir kısıtlama getirdi. Bu kısıtlama 1998 yılında genişleterek yabancı anne-babadan olan çocuklar olgunluk yaşına geldiklerinde son yedi yıllık sürecinin beş yılını Fransa’da geçirmiş olanlara Fransız yurttaşı olmalarına izin verildi.

1991 yılında Sovyetlerin dağılmasından sonra eski Sovyet Cumhuriyetler kimlik yönünden de bölündüler. Cumhuriyetlerden bir kısmı batı kimliğini yeniden aldılar, bir kısmı ise kendi aralarında bir birlik kurup yeni bir kimlik edinmeye çalıştılar. Rusya’nın kendisi de komünist kimiğlinden sıyrılarak ulusal kimliklerini oluşturmaya çalışırken, küçük bir komünist grubun dışındakilerin bir kısmı Avrupalı olmak kimliği peşinde iken, diğerleri Ortodoksluk ve Protestanlık öğeleriyle yetinmeye çalıştılar.

Avrupa topraklarındaki eski Doğu blok ülkelerinin birçoğu kısmen kültürel ve coğrafi yönünden AB üye ülkelerine benzedikleri için birliğe kabul edilişlerinde engel çıkarılmadı. Fakat 1959 yılından itibaren AB’ye kabul isteğini resmen bildiren, ancak Avrupalı bürokratlar tarafından engel çıkarılmamasına karşın üye ülkelerinin bir kısım politikacıların, özellikle din ve kültür uyuşmazlığı bahanesiyle Türkiye’yi kapı önünde bekletilmektedir.

Samuel P. Huntington’nun anılan kitabında yazdığı gibi: “Türkler de kendilerini öncelikle Avrupalı mı, Batılı mı, Müslüman mı, Ortadoğulu mu, hatta Orta Asyalı mı kabul etmeleri gerektiği konusunda çelişki içindeler . Aynı sorunu Bozkurt Güvenç “Türk Kimliği” adlı kitabında aynı şekilde dile getirmektedir: “Biz Türkler; Asyalı mıyız, Avrupalı mı? Şaman mı, Müslüman mı, laik mi? Yerleşik köylü müyüz, göçebe Türkmen mi? Fatihi torunları mı, Ata’nın çocukları mı? İslam’ın kılıcı mı? Hıristiyanlığın cezası mı? Osmanlının yetimi mi, T.C.’nın vatandaşı mı? Savaşcı asker miyiz, barışçı Doğulu siviller mi? Ordu muyuz, Batı’nın koruyucusu mu? Çağdaş toplum mu, tarihi bir köprü mü? Doğulu mu, Anadolulu mu? Batılı mı? Kimiz Biz?”

Avrupalıların ulusumuzun; kültürel, bölgesel, ekonomik ve sosyal yönden bir yere kadar haklı olarak, bölünmüşlüğümüzü ima etmekle beraber, bunlar bilimsel yöntemlerle çözülemeyecek sorunlar değildir, yeter ki politikacılarımız samimi ve dürüst olsunlar. Ayrıca tarihte “zaman zaman bir toplumun kültürü çarpıcı biçimde değişim gösterebilir. II. Dünya Savaş’ının hem öncesinde hem de sonrasında Almanlar ve Japonlar ulusal kimliklerini son derece baskın biçimde atfedilen öğeler ve etnik köken açısında tanımladılar. Bununla birlikte, savaşta uğradıkları yenilgi kültürlerinin temel öğelerinden birini değiştirdi. 1930’lu yıllarda dünyanın en militarist iki ülkesiyken dünyanın en barışsever ülkesine dönüşmüş oldular”.

Türk kültürünün temel öğelerinden birinin değişmesi için, Almanlar ve Japonlar gibi bir dünya Savaşı’nı kaybetmemiz mi gerekecek? Toplumlarının kültürlerini ekonomik değişmelerle beraber eğitimle de değiştirmek mümkündür. Önemli olan insanların düşüncelerine değişiklik yapabilecek düşünceyi aşılamaktır.

Türk toplumu etnik yapısı bakımından ABD toplumuna benziyor. Dünyada ne kadar etnik grup varsa yaklaşık olarak ABD’linde o kadar çok sayıda etnik grup vardır. Bu kadar çok olmamakla beraber Türkiye’de 30’a yakın etnik grup var olduğu yazılmaktadır. Her iki ülkede de etnik grupların çeşitliliği bir süreç içinde oluştu.

Etnik yönden çeşitlilik veya kültürel mozaik ABD için bir zenginlik ve bir güç olmasına karşın, günümüz Türkiye’sinde sosyal ve politik bir sorun haline geldi. Acaba neden böyle oldu?

Yukarıda yazıldığı gibi, ABD kuruluş aşamasında temellerini Virginia* fermanıyla demokratik kurallar üzerine atmışken, Türkiye, Cumhuriyeti ilan ettikten sonra cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını halka benimsetmek istedi. Ancak 19 yüzyılda yaşamış olan Amerikalı eğitim filozofu R. W. Emerson’un yazdığı gibi; “yanlış eğitilmiş bir insanı yeniden eğitmek hiç eğitilmemiş bir insanı eğitmekten daha da zordur”.

__________________________

• Virginia Fermanı veya Mayflower Antlaşması: Bu antlaşma adını Amerika’ya ilk göçmenleri taşıyan geminin adı olan Mayflower’den almaktadır. “Allahın adıyla, Âmin. Biz aşağıda adları yazılan haşmetli hükümdar Kral James’in sadık tebaaları Allahın rızası, Hıristiyan dinini ilerlemesi ve Kralımızla, ülkemizin şerefi için Virginia’nın Kuzey kısımlarında ilk koloniyi kurmak maksadıyla bu seyahate teşebbüs etmiş bulunuyoruz. Allahın huzurunda ve birbirimizin önünde yukarıda belirttiğimiz hedefleri gerçekleştirmek ve düzenimizi mükemmelleştirip, muhafaza etmek için bir siyasi sivil toplum şeklinde teşkilatlanmaya müştereken ve tam bir ciddiyetle karar vermiş bulunuyoruz. Bu akta binaen, hepimizin kendisini adayacağına ve itaat edeceğine söz verdiği kolonimizin menfaati için zaman içinde eşit ve adil kanunlar, kararnameler, tüzükler, usuller ihdas etmeye ve gerektiğinde bularla ilgili idari birimleri kurmaya ayrıca koloninin menfaatleri uğruna her türlü itaate hazır olduğumuzu ifade ederiz” Alexis De Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, çev.,İhsan Sezal, Fatoş Dilber, Yetkin Y. Ankara, 1994.

Aynı mantığın toplumlar için de geçerli olduğunu düşünürsek; uzun bir süreç içinde demokratik kültürü olmayan bir toplumu demokratik bir düzene geçirmek imkânsız değildir, fakat zordur.

Fransızlar; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik söylemleriyle Fransız ruhunu, Amerikalılar; özgürlük, eşitlik, demokrasi, medeni haklar, ayrımcılığın olmaması, hukukun üstünlüğü gibi söylemlerle Amerikan ruhunu gerçekleştirebildikleri halde, ne yazık ki biz Türkler bunlara benzer söylemlerle Türklük ruhunu henüz gerçekleştiremedik galiba!

Türklük ruhunu gerçekleştirebilmemiz için, bütün geçmişimizin bilimsel yönden tarafsız bir şekilde incelenerek, kim olduğumuzu ortaya koyarak, günümüzdeki yeraltı ve yer üstü zenginliğimizle birlikte, sosyo-ekonomik ve kültürel durumumuzu, bir başka anlatımla bu alanlardaki envanterimizi çıkartarak, din ile bilimin yöntem bakımından birbirinden farklı olduklarını halkımıza anlatarak, eşitlik, kardeşlik, özgürlük, demokratik ve Mevlana ile Yunus Emre’nin temel düşüncesi olan “her şeyden önce insan” düşüncesini insanlarımıza benimseterek Türklük ruhunu gerçekleştirebiliriz.

Sonuç; ulusal kimliğimizin güçlenmesi insanlarımızın kişiliğinin ve kimliğinin güçlenmesine bağlıdır.

Kendisi demokratik ve güçlü bir ulus olmanın avantajını kullanırken, bütün dünyaya küreselleşme adı altında amerikanlaşmayı dayatan ABD unutmamalıdır ki; “İnsanlık tarihinde sürekli olan tek şey süreksizliktir, değişmeden başka değişmeyen bir şey yoktur. Tarihin gidişini izlemiş olan, tarihin tekerleklerinin büyük imparatorlukların yığınları üzerinden geçip gittiğini görür” . Osmanlı İmparatorluğu için, Engel’sin 1850’li yıllarda yazmış olduğu bu mantık ABD için, bir gün geçerli olmayacak mıdır?

Bu yazı 4074 defa okundu

Bilal Dindar
Latest posts by Bilal Dindar (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.