Atatürk’ün Milli Egemenlik Anlayışı*

“Üstünlük” anlamında kullanılan “egemenlik” sözcüğü, esasında anlam ve söyleniş yönünden Fransızcada ki “hégémonie” sözcüğüne benzetilerek Türkçede kullanılmaya başlanmıştır. Fransızcada ki “hégemonie” ise eski Yunancada “Şef” anlamına gelen “hégémon” sözcüğünden türetilmiş olan “hégémonia”dan gelmektedir ki bu da: otorite, yönetim, iktidar, üstünlük, nüfuz, söz geçirme, güç gibi anlamlarla beraber bir devletin başka bir devlete hükmetme anlamını taşımaktadır.

Eski Türkçede ki “hâkimiyet” sözcüğü yerine kullanılan “egemenlik” sözcüğü kök ve ek bakımından her ne kadar Türkçe dilbilgisi kurallarına uymamakta ise de kendisine verilen anlam yönünden dilimizde kullanılmasında bir sakıncanın olmaması gerekir.

Hukuki bir terim olarak kullanılan egemenlik kavramı ise geçmişi eski Yunan Medeniyetine kadar inen Demokrasi kavramından daha da eski olduğu bilinmektedir.

M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış, Yunan bilgini Hesiod’a göre başlangıçta insanlar, altın döneminde basit ve sade fakat mutlu bir hayat sürüyorlardı. Bu mutlu dönemde henüz mücadele ve harp yoktu. Hiç kimsenin hiç kimseye egemen olmadığı bu dönemde insanlar kendi aralarında tam bir sükûn halinde yaşayarak, tabiatın bütün nimetlerinden beraberce yararlanırlardı. Fakat insanoğlunun en tehlikeli buluşu olan para ve servetin ortaya çıkması, insanların güçlü ve güçsüz diye iki sınıfa ayrılmasına yol açmıştır. Hesiod’a göre, işte bu yüzden altın dönemi yerine yeni bir dönem, bir demir dönemi, kısaca artık bir mücadele ve harp dönemi başlamıştır. Bundan sonra insanlar arasında servet, para ve kudret uğrunda bir mücadele başlıyor, bu suretle aynı zamanda bir tahakküm ve cebir dönemi de gelmiş oluyor. Fakat insanda, her zaman ilk döneme dönme isteği vardır. İnsan, şimdi içinde yaşadığı kötü şartlardan kurtulup ilk mutlu döneme dönebilmek hasretini sürekli olarak içinde taşır.

M.Ö. IV. yüzyılda yaşamış olan başka bir Yunan Filozofu Empedokles, Hesiod’un “Altın Dönemi” düşüncesine aynen katılıp, bu dönemi güzel bir şekilde tasvir etmektedir. Empedokles’e göre, bu dönemde, insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık yoktu, tabiat bütün canlılara nimetlerini bol miktarda veriyordu.

Bu görüşün tam karşısında felsefe tarihinde ilk defa “atom” nazariyesini esaslı bir şekilde geliştirmiş olan Yunan Kozmolojik dönem filozoflarından Demokritos’u görmekteyiz. O’na göre insanların, diğerlerinin ileri sürdükleri gibi “Altın Dönem”den yani “Mutlu Dönem”den “Demir Dönemi”ne yani “Kargaşa Dönemi”ne geçişi söz konusu değildi. Tersine, insanlar kargaşa döneminden daha olgun dönemlere ulaşırlar. Demokritos’a göre, tarih içinde insanlar medenileştikçe kargaşadan ve güçlüklerden uzaklaşarak daha müreffeh bir hayata ulaşırlar. Bu görüşte egemenlik medenileşmenin bir sonucu oluyor.

Egemenlik kavramı, Platon’un eserlerinde daha değişik bir şekilde anlatılmaktadır. Platon’un “Protagoras” adlı kitabına göre insan, yaradılış bakımından diğer canlılar içinde en zayıf olanıdır. Hayvanlar, tabiata ve düşmanlarına karşı tek başlarına karşı koyup kendilerini koruyabildikleri halde insanlar bundan acizdirler. Hayvanların bir kısmına başlangıçta kuvvet verildiği halde hızlı koşmak için bir imkân verilmemiştir.

Diğer bir kısmına hızlı koşmak için bir güç veya uçmak için kanat verildiği halde kuvvet verilmemiştir. Bu şekilde bütün hayvanlar arasında bir adalet sağlanmıştır. Kendilerine, tabiata ve düşmanlarına karşı bunun gibi imkânlar verilmiş olan hayvanlar tek başına kendilerini koruyabilirler. Fakat hiçbir insan tek başına tabiata ve düşmanına karşı sürekli olarak kendilerini koruyamaz. Bu güç durumdan kurtulabilmek için, insana çok önemli bir araç verilmiştir, bu da akıldır. İnsanlar akıl sayesinde düşünür, konuşur, sanat yaparlar ve en önemlisi topluluk halinde yaşarlar. Tabiata ve düşmanlarına karşı kendilerini koruyabilmek için adeta sözleşerek bir araya gelmiş olan insanların birbirlerine üstünlükleri söz konusu değildir. Aralarındaki biricik fark her bir insanın kendi kabiliyetine göre cemiyet içinde değişik meslek sahibi olmalarıdır. Bu şekilde bir araya gelmiş olan insan topluluklarında, bir kişinin veya bir zümrenin egemenliğinden bahsedilmez. Böyle bir toplulukta herkes hürdür. Aynı şartlar içinde bir araya geldiklerinden ve birlikte oluşları karşılıklı menfaat dayandığından herkes birbirine eşit ittir. Demokrasinin ilk çekirdeğinin oluşturan bu sözleşmeler nazariyesi tarih boyunca birçok taraftar bulmuştur.

Bu görüşün tam karşısında olan bir başka görüşü yine Platon’un bir eserinde buluyoruz. O, “Devlet” adlı kitabında bir sofiste, insanlara egemen olan duygunun başkalarına hükmetme duygusu olduğunu söylemektedir. Toplumda güçlü, kuvvetli olanlar başkalarına egemen olacaktır, emir verip kendi yararlarına yasalar yapacaklardır. Böylece bir toplumda güçlü olanlar efendi, güçsüz olanlar ise köle olurlar. Diktatörlük anlayışının ilk çekirdeğini oluşturan bu kuvvet nazariyesi, diğer nazariyede olduğu gibi tarih boyunca az da olsa taraftar bulabilmiştir.

Bütün ütopik yazarların ilk fikir babası olan Platon, kendi devlet anlayışında ise, egemenliği bilim adamlarına vermektedir. Antik düşüncenin ikinci büyük filozofu Aristoteles ise egemenlik konusunda sistemlerden daha çok sistemleri uygulayacak kişilerin üzerinde ısrarla durmaktadır.

Ortaçağ boyunca egemenlik, tartışmasız bir şekilde, kiliseye ait idi. Bu çağda egemenlik kavramı kayıtsız şartsız din adamlarının elinde idi.

Rönesans’la otoritesi sarsılmış olan kilise, yeniçağda değişik fikir akımlarının ortaya çıkışını engelleyemedi. Yeniçağda özellikle milliyetçilik, egemenlik ve demokrasi kavramları geniş bir şekilde incelenerek krallık yönetiminin artık pek geçerli olmadığı söylenmekte idi.

Amerika kolonisinde ilk bağımsızlık savaşını başlatmış olan Thomas Paine “Sağduyu” adlı eserinde şöyle yazmaktadır; “Krallık idaresi dünyaya ilk defa putperest kâfirler tarafından getirildi, İsrail oğulları da bu âdeti onlardan aldı. Krallık, şeytanın putperestliği kuvvetlendirmek için dayanmış olduğu en güçlü icattır. Kâfirler ölmüş krallarına ilahi özellikler yakıştırırlardı, Hıristiyanlar ise aynı şeyi hayattaki krallarına yaparak işi büyüttüler… Biz monarşi denilen belaya bir de verasetle intikal (babadan oğla) prensibi ilave ettik, bunlardan birincisi şahsiyetlerimizin aşağılanması ve küçültülmesi anlamına gelirken, ikincisi de bir hak meselesi diye ortaya sürülerek bizim kendi çocuklarımıza bir hakaret ve müdahale teşkil etmiştir… Krallığın bir hak olarak babadan oğla geçmesinin ne biçim bir aptallık olduğunun en kuvvetli tabii delillerinden biri de tabiatın bu prensibi yanlış çıkarmasıdır, yoksa insanlığa Aslan yerine Eşek vererek onu sık gülünç duruma sokar mıydı?

Rönesans döneminden itibaren Avrupa’da gelişmiş olan Milliyetçilik kavramından sonra ortaya çıkan “Milli Egemenlik” düşüncesi 26 Ağustos 1789 tarihinde ilan edilmiş olan “Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi”nin üçüncü maddesindeki “Hâkimiyet millete aittir. Hiçbir fert veya uzuv ve makam milletten gelmeyen otoriteyi kullanamaz”

Osmanlı İmparatorluğu; Müttefikleriyle birlikte girmiş olduğu I. Dünya Savaşında 22 milyon nüfusun 12 milyonunu, 1.700 bin km2 topraklarından 1 milyon km2 sini kaybederek yıkılışının eşiğine gelmiştir. Düşmanlar tarafından işgal edilmiş Osmanlı başkenti İstanbul’da herkes şaşkınlık içindedir. Fransız generali İstanbul’a işgal için ilk girdiğinde, bu işgali protesto etmek amacıyla Süleyman Nazif, gazetede “Kara Gün” adını taşıyan bir makalesini yayınladı. Fransız generali önce onu kurşuna dizdirmek istemiş fakat eş dost aracılığı ile sürgüne gönderilmesine rıza göstermiştir. İşte aynı Süleyman Nazif, sürgünde bulunduğu Malta’da ordu komutanı Yakup Şevki Paşa’ya şunu söylüyor: “Sınırları nehirler çizer. En doğrusu budur. Paşam ben Diyarbakırlıyım, siz Harputlusunuz. Bu iki şehir de Fırat ve Dicle nehirleri içindeki bölgelerdir. Söz de ben de Iraklı olarak Bağdat hükümetine katılmalıyız. Osmanlı İmparatorluğundan umut yoktu. Başımızın çaresine bakalım.”

İşgal altındaki İstanbul’un o dönemdeki halkın şaşkınlığını anlatan başka bir olay; Atatürk hakkında bir hayli eser yazmış olan Falih Rıfkı Atay, işgal kuvvetlerinin baskısı ile saray kuvvetleri tarafından tutuklanıp askerler arasında cezaevine götürülürken, Yahya Kemal, onunla göz göze gelip selam vermemek için, Hasan Ali’yi yan bir sokağa sürükler. Bunlar, geleceğe ait kişisel umutsuzluklardır. Bu kargaşa döneminde, Osmanlı Devleti’nin artık tek başına ayakta kalamayacağına inanıp, yıkılmamak için başka devletlere bağlanmak isteyen birçok aydınlar vardır. Yukarıda adı geçen Yahya Kemal’in bütün isteği daha fazla parçalanmadan Türkiye’nin toptan Amerika’ya, İngiltere’ye ve Fransa’ya bağlanmasıdır. İstanbul’daki diğer vatansever ve milliyetçilerin en önemli problemlerinden biri yakın tarihte öldürülmüş olan Ermenilerin katilinin bağışlatıp, Türkiye mandasını Amerika’ya nasıl kabul ettirebilir meselesidir. 5 Aralık 1918 tarihini taşıyan bir dilekçe, Türk Wilsoncular birliği adına, Türkiye’deki dinler ve ırklar meselesinin çözümlenmesi için, Amerika Birleşik Devletinin o dönemki başkanı Woodrow Wilson’a verilmiştir. Türkçesi yok edilmiş, fakat daha sonra aslı, Amerika Dış Bakanlığı arşivinden alınıp Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmalı Dergisinin III. cild 4–5 inci sayısında ek olarak yayınlanmış olan bu belgede şu imzaları görmekteyiz: Birinci imza Halide Edip, sonrası sıra ile Yunus Nadi, Ahmet Emin, Velid Ebuzziya, Celal Nuri ve Necmeddin Sadak.

Muhtevası Atatürk’ün “Nutuk”unda mevcut olan 10 Ağustos 1919 tarihli mektubunda Halide Edip, Atatürk’e İsmet Bey (İnönü) ve Refet Bey (Bele)’de içinde olmak üzere birçok yurtsever kimseler Anadolu’da kurtuluş savaşı verilebileceğine inanmadıklarını, Amerikan mandası altına girmekten daha iyi bir çare görmediklerini dolaylı olarak anlatarak, “Biz İstanbul’da kendimiz için bütün eski yeni Türkiye sınırları içine almak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz” şeklinde yazmaktadır . İsmet Bey’inde (İnönü’nün) Kazım Karabekir’e “Kardeşim Kazımcığım” şeklinde başlayan uzun bir mektubunda, yukarıdaki düşünceyi destekler mahiyette bir ifade kullanmaktadır: “Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika Milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniyor ki ben de tamamıyla kanattayım” . Ayrıca Atatürk’ün, Falih Rıfkı Atay’a söylediklerine göre, İsmet Bey’in (İnönü’nün) 19 Mayıs 19919’dan önce, yeni evlendiğini ileri sürerek Anadolu’ya gelmek teklifini reddettiği anlaşılmaktadır . Padişah ile Damat Ferit ise; Türkiye’yi daha fazla parçalanmadan, Amerika yerine İngiltere’ye bağlamayı tercih etmişlerdir.

1918 yılındaki İstanbul’da, kargaşa döneminde Türk Milletine son derece güvenen Mustafa Kemal ise, yukarıda anlatılan düşüncelerden farklı olarak “Uygun bir zaman ve fırsat, kollayarak İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu’nun içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra millete felaketi haber vermek!” niyetinde idi . Mustafa Kemal, kimseye açmadan, böyle bir karar vermemiş gibi buluşma ve konuşmalara devam ediyordu. Daha sonra kendisine kadar arkadaşı olacak olan ve o dönemde barış konferansı için askeri hazırlıklar komisyonunda çalışan İsmet Bey’i bir gün Mustafa Kemal evine çağırdı. Mustafa Kemal masanın üstüne bir harita açtıktan sonra İsmet Bey’e “Mesela hiçbir sıfat ve yetkim olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orda milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en elverişli bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir:” gibi bir soru sorar. İsmet Bey, harita üzerinde derin derin düşündükten sonra: “Yollar çok, bölgeler çok” şeklinde cevap verir.
Mustafa Kemal, o günlerde Anadolu’ya görevli olarak gönderilen bütün komutanlarla yakından ilgileniyordu. Kulağından rahatsız olarak hasta yatağında iken, Ulukışla tarafından demiryoluyla Anakara’ya nakledilmek üzere 20’inci kolordu komutanlığına atanmış olan Erkan-ı Harbiye mektebinden sınıf arkadaşı Ali Fuat Paşa, kendisini ziyaret ettiğinde, Mustafa Kemal O’na kolordunun başında bulunmasını, bundan sonra önemli şeylerin olacağını, kolordusuna hâkim olmasını, etrafına güven vermesini, özellikle halk ile yakından temas etmesini söylemektedir .

Mustafa Kemal’in bu niyetinden habersiz olarak, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da birkaç Türk aydını da, bu işgalden kurtulmak için toplantılar yaparlar. Toplantı yerlerinden biri de göz hekimi Esat paşa’nın evi. Toplantıya katılanlar arasında Profesör Akçoraoğlu Yusuf ve Ferit (Tek) beyler de var. Hepsinin birleştiği nokta, İstanbul’un düşman baskısı altında olduğunu fakat burada bir şeyin yapılamayacağı şeklindedir. Onlara göre tek çıkar yol Anadolu halkının buna hazırlamaktır. Fakat bu işi kim yapabilir? Anadolu’ya kimi göndermeli? Bir türlü karar veremiyorlardı. Gazze savaşlarından tanınmış Jandarma komutanı Refet Bey’i (Bele’yi) bu konuda kendilerine yardımcı olmak üzere toplantıya davet ederler. Refet Bey, onlara Anadolu’daki halkı organize etmek için Mustafa kemal’in Anadolu’ya gönderilmesini tavsiye eder.

Bir gün Harbiye Nazırı Şakır paşa, Mustafa Kemal’i konağına çağırdı, yanına gittiği vakit bir tek kelime söylemeden önüne, okumak için bir dosya uzattı. Mustafa Kemal dosyayı baştan sona gözden geçirdi. İtilaf makamları tarafından verilen raporların özeti şu idi: “Samsun ve çevresinde birçok Rum köyleri her gün Türklerin saldırısına uğramaktadır. Hükümet bu barbarca saldırıların önüne geçememektedir. Onların emniyet ve huzurun temin etmek insanlık namına borcumudur”. Raporlar İstanbul Hükümetine verilirken bir de protesto eklenmiştir: “Eğer siz aciz iseniz bu vazifeyi biz üstümüze alacağız”. Mustafa kemal, dosyayı okuduktan sonra emrini öğrenmek için Harbiye nazırının yüzüne bakar ve aralarında konuşmaya başlarlar. Harbiye Nazırı, Mustafa Kemal’e bu konuda kanaatini sorduğunda, o, böyle olduğunu sanmadığını fakat bir şeylerin olma ihtimalinin mevcut olduğunu söylemektedir. Harbiye Nazırı sözlerine şöyle devam etmektedir.” Böyle midir, değil midir, önce bunu meydana çıkarmak için oralara bizim gidip tetkikler yapmamız lazım. Ben Sadrazam Paşa (Damat Ferit) ile görüştüm. Sizi münasip gördük. Gider ve meselenin no olduğunu anlarsınız”.

Fakat hürriyet ve itilacıların çoğu Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesine pek taraftar değillerdir. Özellikle, partide çok nüfuzlu olan Zeynelabidin, O’nun Anadolu’ya geçmesine hiç taraftar değildir. Falih Rıfkı Atay’ın bir dostu, bir gün Zeynelabidin’e “-Ben Mustafa kemal’i bir defa gördüm. Kendisiyle dostluğum yok. Fakat bozgunda Suriye’de idim. Devletin, ordunun ve herkesin ne yapacağını şaşırdığı o anarşi içinde bu komutanın ordusunu nasıl tuttuğunu ve ricatı nasıl idare ettiğine tanık oldum, başkalarına benzemiyor, demesi üzerine Zeynelabidin: “-Sen onun gözlerinin içine bak. Bir fırsat bulursa ne padişahlığı bırakır, ne de halifeliği…” demiş.

Tarihi bir belge olarak çok önemli olduğu için, Falih Rıfkı Atay’a göre, Osmanlı İmparatorluğunun son Padişah Vahdettin ile Türkiye Cumhuriyet’tin kurucusu Mustafa Kemal arasında, geçen en son görüşme ve konuşmaları Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim. “-Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonda Vahdettin’le âdete diz dize dinecek kadar yakın oturdu. Sağında dirseğine dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine muvazi hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi. Vahdettin hiç unutamayacağım şu sözlerle konuşmağa başladı: “Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti:) Tarihe geçmiştir”. O zaman bunu bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum: “-Bunları unutun dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin! “bu son sözlerinden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmağa çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle tahmin ile başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim:

“-Hakkındaki teveccüh itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz:” Söylerken kafamdaki muammayı da halletmeğe uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında padişahlığında bütün his ve fikirlerini, temayüllerini, sahtekârlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyor ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meselelerini halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tedip edersem (uslandırırsam), Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım: “-Merak buyurmayan efendimiz dedim, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i sen iyeniz olursa…. Hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.” “-Muvaffak ol!” hitabı-ı şahanesinde mazhar olduktan sonra, Mustafa Kemal, padişahın huzurundan çıkıyor. Mustafa Kemal’in hocalığının yapmış olan, padişahın yaveri Naci Paşa, Mustafa Kemal ile buluşup elindeki ufak bir paketi ona uzatarak: “Zat-ı şahnenin ufak bir hatırası” diyor. Mustafa Kemal anlatmasına şöyle devam ediyor: “kapağın üzerinde Vahdettin’in inisyalleri işlenmiş bir saatti”. “-Peki, teşekkür ederim” dedim. Yaverim aldı. Sonra sanki Yıldız Sarayından çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık” . Osmanlı İmparatorluğunun son padişahı ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve İlk Cumhurbaşkanı arasındaki en son görüşme ve konuşma işte bu şekilde cereyan etmiştir.

Almanya seyahatinde Vahdettin’e refakat ettiğinde, Padişah olduğu zaman kendisini de Harbiye Nazırı yapmasını isteyen ve de olumlu bir cevap almış olmasına rağmen bir türlü o makama getirilmeyen Mustafa kemal, yıllar sonra “eğer Harbiye Nazırı olmuş olsaydınız acaba ne yapardınız?” şeklindeki soruya muhatap olduğunda: “vakti gelince Anadolu’ya Padişahı da beraber geçirirdim” diye cevap vermiştir .

19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkmış olan Mutafa Kemal, Anadolu’da bir hayli zor ve çetin meselelerin kendisini beklediğini çok iyi biliyordu. O, o zamanki çalışma ve kader arkadaşı Refet Bey’e şunları söylüyor: “İhtilalden fazla bir şey yapmak lazım. İhtilal mevcut devletleri değiştirir, Türkiye henüz mevcut değildir, onun önce dünyaya getirmek lazımdır” .
22 Haziran 1919 tarihinde yayımlanacak olan Amasya Tamimine esas olmak üzere, Mustafa Kemal’in 21/22 Haziran gecesi yaverine yazdırdığı maddelerin arasında “Millet bağımsızlığını kendi kendini kurtaracaktır” ifadesini görmekteyiz. 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum kongresinin açılışında “Milletin kaderine egemen olacak bir milli iradenin ancak Anadolu’dan doğabileceğini” belirten ve “Milli iradeye dayanan bir milli kurultay kurulmasını ilk çalışma hedefi olarak gösterdiğini” vurgulayan Mustafa Kemal, bu kongrenin karar ve bildirilerinin bir maddesi olarak ” Milli gücü faal ve milli iradeyi hâkim kılmak temel ilkedir” cümlesini yazdırtmaktadır.

General Pershing’in kurmay başkanı olan general Harburd Sivas’ta Mustafa Kemal’le görüşürken der ki: “Türkiye tarihini okudum. Milletiniz büyük kumandanlar yetiştirmiş ve büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim ama bu günkü duruma bakalım. Başta Almanya, müttefiklerinizle dört yıl harp ettiniz, yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz? “Mustafa Kemal Generale: “Teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.” Şeklinde cevap verirken o, ebetteki Türk milletine güveniyordu.

21 Nisan 1920 tarihinde, Anakara’da bütün kolordu komutanlıklara, bütün illere, bağımsız sanacaklara, müdafaa-i Hukuk Merkez kurullarına, Belediye Başkanlıklarına, dağıtılmak üzere, milletin isteklerini içeren 6 maddelik bildirisini yazdırmış olan Mustafa Kemal, Temsilciler Kurulu adına, 22 Nisan 1920 günü şöyle bir bildiri yayınlıyor: “Tanrı’nın yardımıyla Nisan’ın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden sonra bütün sivili ve askeri makamların ve bütün milletin buyruk alacağı en yüce kat adı geçen Meclis olacaktır. Bilgilerinize sunulur”

Nihayet, 23 Nisan 1920 tarihinde, Ulus Meydan’ında bu gün müze olarak kullanılan bir binada, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış ve ilk tarihi konuşmayı yapan Mustafa Kemal Paşa Meclis tarafından tutulması gereken yolu açıklamıştır. “Hâkimiyetin kayıtsız şartsız Türk Millerine ait olduğu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde herhangi bur kuvvetin bulunmadığı kabul edilerek, Milli İrade esas kılınmış ve Böylece kesin bir şekilde demokratik hayata geçilmiştir.”

Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanağının milli egemenlik olduğuna inanmış olan Mustafa Kemal’e göre “Teşkilat-ı Esasiye Kanunun Milletin kendi kaderine kendisinin hâkim olabilme yollarını belirler”. “Ülkenin iradesinde takip olunacak esasları, yapacağı Anayasalarla Milli irade tayin eder” felsefesinden hareketle, hükümetin meclisin içinden çıkacağı 1921 Anayasasıyla belirlenmiştir. 1924 Anayasasıyla aynı doğrultuda ilkeler getirilmiş olup , bu ilkeler 1961 ve 1982 Anayasalarında da devam ettirilmiştir.

Devletler hukukunda ve Düşünce Tarihi boyunca tartışıla gelen “Kuvvetler Nazariyesi” ile “Sözleşmeler Nazariyesi”, siyaset tarihinde de tartışılan “Monarşi-Aristokrasi” ile “Cumhuriyet-Demokrasi”, bir başka ifadeyle Krallık mı? Cumhuriyet mi? Padişah mı yoksa halk mı ikilemini adeta, Efelik döneminde, yedi vilayete egemen olan Demirci Efe, Anadolu insanının hasleti olan pratik zekâsıyla tek bir cümle içinde çözmektedir: “İdare ya ilim ile olur ya da zulüm ile bende ilim olmadığından zulüm ile idare ettim.”

Mustafa Kemal Atatürk ise; “Sözleşmeler Nazariyesi”ni seçerek ilmi tercih etmiştir. O, yaptığı inkılâplarla halkı, “Millet” seviyesine çıkararak önce, “Halka rağmen Halk için”, sonra da “Halkla beraber Halk için” dönemlerini yaşatmıştır. Sonra ki nesillerin “Halkla beraber Demokrasi için”, “Halkla beraber ‘insan’ için” dönemlerini yaşatmaları gerekiyordu. Üzülerek belirmek gerekir ki Cumhuriyetin ikinci nesli olan bizler, bu konuda başarılı olamadık. Eğitime, öğretime ve özellikle bilime, dolayısıyla insana önem verilmedikçe, gerçek demokratik insanlar yetiştirilmedikçe, bu konuda başarılı olmamış mümkün de değildir.

Bu yazı 6494 defa okundu

Bilal Dindar
Latest posts by Bilal Dindar (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.